Blogun Amaci

Merhaba Arkadaslar,

Bu blog Ege Universitesi Biyomuhendislik Bolumu'nde okuyan ya da okumak isteyen arkadaslarimizin soru ve sorunlarina yardimci olabilmek, bir paylasim ortami olusturularak deneyimleri gelecegin Biyomuhendisleri'ne aktarabilmek uzere nacizane bir hafiza olusturabilmek amaciyla acilmistir. Yorumlar, sorular vs. herturlu paylasimi dile getirmek bazinda herkese aciktir. Yararli olmasi dilegiyle,

Rukan Genç, Ph.D
Biyomuhendis

Post Doc. UNAM, Bilkent

28 Şubat 2008 Perşembe

NESH DENGESİ DEĞİL!!

"Arkadaslar;
Deniz'in daha once gruba gonderdigi oldukca kapsamli ve bilgisel butunluge sahip mailini, kendisinin de izniyle paylasiminiza sunuyorum (biraz gecte olsa). Klavyesine ve fikrine saglik diyelim..."


Mailim birazcık kapsamlı ve sıkıcı olabilir ama belirtmek istediğim birkaç nokta var.

Herşeyden önce benim dikkatimi çeken kısım, 3-4 ve 7 ocakta sınıfım tarafından gruba eleştirel yönde, kimisinin destekleyip diğerinin altına imza attığı kimisinin ise bir özeleştiri yaptığı mailler.. Bu mailler arasında ise en acı olan kısma dikkat çekmek istiyorum ben, çalışkan ve ne yaptığını bilen bir arkadaşımız olan Emre'nin mailinden bir alıntı:

"şahsen (biraz inek işi gelebilir ancak) daha önceki senelerde boşluklarımda makale tarıyarak kendimi geliştiren bir insandım.."!!!

Dikkati çekmek istiyorum arkadaşlar, biraz inek işi gibi gelebilir diyor arkadaşımız, önce bunu anlayalım.



Bu bölümdeki 3. senem ve 1 sene hazırlık okudum. Benim tecrübem bu kadar yani liseden sonra hayatta 4 sene. Ama bazı şeylerin farkındayım, yaşadığım ülkenin imkanları, karşılaşabileceğimiz tehlikeler... Ben bir hukukçu değilim, bir sosyolog, filozof ya da edebiyatçı da değilim, ama okurum. Bu bölüme gelmemdeki amaç, birşeyleri değiştirebilmekti; geçmişten süregelen yanlışlar, bugün ve gelecek. Bölüme gelmemdeki neden öngörümdü ve bu bölümü kazandığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ben ümitli ya da inançlı değilim diğer arkadaşlar gibi, ben sadece kendimden eminim!!



Bazı eksikler, yanlışlar var bunu önceki maillerimde de dile getirmiştim. Ama bu sadece bizim bölümümüz için değil tüm türkiye için geçerli. Tabi şu bir gerçek ki bazı yanlışları düzeltmek için önce kendimizden başlamamız gerekir. Gelen maillerin hepsini okudum ve ben de birazcık gözlem ve fikirlerimden bahsetmek istiyorum. Konuyu derinden alıp sonra bağlayacağım.



Bir Cumhuriyet kuruldu, her ne kadar 30 senelik ömür biçilse de 84 sene geride kaldı. Büyük bir kararlılık, azim ve irade ile bu günlere gelindi. Bazen birbirimize girdik bazen destek olduk. Ama bu günlerde halkın o kadar sorunu varken 50 sene önce hiç gündemde olmayan, günümüzde ise sürekli kaşınan türban sorununun patlak vermesi tabiki bir rastlantı değildir. Grupta da bazen bu sorunlar dile getirildi, bugün ise Tayfun arkadaşımız bir duyuru maili atmış. Bir süre önce ise Erdinç hocamız Mümtaz Soysalın bir yazısını göndermişti gruba. Bu mailde çok vurgulayıcı bir benzetme vardı. Köprü benzetmesi!:

"BOĞAZİÇİ'NİN iki yanındaki otoyollardan köprülere doğru araba sürenler bilir: Köprüye yaklaşınca sağda bir uyarı levhası görülür; yöredeki bir semtin adıyla birlikte "Köprüden önce son çıkış" diyen bir levhadır bu. O semte gitmek istediğiniz halde dalıp çıkışı atladınız mı, akan trafikle birlikte kısa sürede kendinizi yüzlerce metrelik bir köprünün üzerinde ve öbür ucunda bulursunuz. Artık, geri dönüp istediğiniz yere gidebilmek uğruna uzak kavşaklardan dönmek için hayli vakit harcamak zorundasınızdır. Türkiye'nin bugünkü durumunda da böyle. Cumhuriyetçi devrimin yolu üzerine konan engellere doğru sürüklenirken bu son çıkış fırsatı kaçırılırsa gerici iktidar sizi önüne katar ve uzaklara sürer. Kısa zamanda hiç beğenmeyeceğiniz sahillere sürüklenmiş, içinden çıkılmaz kuyulara atılmış bulabilirsiniz kendinizi. Büyük olasılıkla, bataklığından kurtulmak için uzun yıllar didinmek, bin bir eziyete katlanıp ağır bedeller ödemek zorunda kalacağınız durumlardır bunlar". Ve bu öyle birşeydir ki zaten bilimde 20-30, bazı konularda (atom fiziği gibi) 50 sene geride olduğumuz bu ülkede bu yola girmek bizi bir 10 sene daha geriye götürecektir, geçmişte yaşanmıştır, bugün ise beklenen sonuç budur. Halkın karşısında, halkı yanına almaya çalışan bir güç var, herkes bunun farkında. Ve işte bu son köprü levhası geçen sene 14 Nisan Ankara mitingi ile halka duyurulmaya çalışıldı. Miting RTE'nin Cumhurbaşkanlığı sevdasına tepki olarak gerçekleştirildi, daha sonra ise diğer mitinglerle Gül'e tepkiler geldi. İşte o mitingler zaten bir levhaydı bizim için, 22 temmuz seçimleri ise o köprüydü. O kadar miting düzenlendi ve o mitinglerin sesi dünyanın dört bir yanına yayıldı. Avrupa'nın daha nerde olduğunu bilmeyen amerika çoğunluğu bile bizi bu mitinglerle tanıdı gerçek anlamda, uzak doğu ülkeleri keza öyle. Peki ne oldu kimisi “taktik”, kimisi “İSTEMEDEN OLDU AMA YA”, kimisi ise “bu parti bizim karnımızı doyuruyordu kardeşim vermeseydim elim kırılırdı” dedi. Cumhuriyet elden gidiyor denildi yazılar yazıldı uyarı üstüne uyarı geldi, ama tepkili olan halk, belki ailemiz, belki akrabalarımız gidip oyunu oraya verdi ve biz o köprüye girdik zaten, biz şu an o köprüdeyiz. Bu yazıyı yazan anayasa profösörü gazeteci ve yazar Mümtaz Soysal da eminim durumun farkındaydı, çünkü kafanızı çevirip baktığınızda gerçekleri görebilirsiniz. Şu an türban engellenmeye çalışılıyor. Ama biraz geç değil mi? Ya biz iran olmayız deniliyor. Olduk zaten arkadaşlar. Tarihten ibret alınız, göreceksiniz ki iran da bizim gibi laik bir cumhuriyet rejimiyle yönetilirken yavaş yavaş, dayatıla dayatıla, ılımlı bir şekilde islami devrime girdi. Afganistan, pakistan gibi ülkelerde ise Atatürkçü siyasetçilerin çok olduğunu biliyoruz. Evet iran olmayız deniliyor.. Yıl 1960, 555K. Bunun anlamını bilenler vardır. 5inci ayın 5inde saat 5te Kızılayda! Demokrat partiye karşı bir öğrenci eylemi. Bu eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak bilinir. Kısa bir süre sonra ise askeri darbe yapılmıştır. O dönemdeki darbede 555K'nın büyük bir önemi vardır. 5 gün önce ise 2inci ayın 2sinde saat 2 de anıtkabirde 222A bir eylem gerçekleşti. Sessizliğini koruyan orduya bir işaretti, çünkü biliniyor ki artık levha yok arkadaşlar artık uyarı yok. Acı olan şu ki birçok kesim 222A'nın ne anlama geldiğinin farkında ve bir çok kesim ise darbeden yana, her ne kadar geriye gideceğimizi görseler de. Gerçi bulunduğumuz durum o kadar berbat bir durum ki, her tarafı pis değnek, bir yerinden tutulamıyor..

Peki bu olayların içerisinde bilim insanlarının rolü ne? Herkes işini gücünü bıraktı, bilim yapmayı bıraktık ülke sorunlarıyla ilgileniyoruz. Ne sorunu peki “Egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır” diyenlere karşı. Fen bilimlerindeki bir bilim insanının amacı bu mu olmalı? Her insanın bir kapasitesi var ve bu insan belli bir konuya yöneldikçe başarı sağlanır, çünkü beynin de bir sınırı vardır. Yine de toplumun sorunlarıyla uğraşan büyüklerimize helal olsun diyorum birçok işi bir arada götürdükleri için, geleceğimizi korumaya çalıştıkları için teşekkür ediyorum. Ve bu noktada bir hatırlatma yapmak istiyorum. Muazzez İlmiye Çığ! 93 yaşında bir sümerolog, bir profesör, herşeyden önemlisi bir Atatürk kızı. Cumhuriyet gazetesinde 2. sfda bir yazısını okumuştum ve o yazının ses getireceği belliydi. Kendisinin araştırmaları sonucunda yazdığı "Vatandaşlık Tepkilerim" adlı kitaptan birkaç alıntı ve bir eleştiriyi dile getirmişti. Türban konusuna değiniyordu. Kitaptan birkaç alıntıyı eklemek istiyorum, bunlar bilimsel araştırmalar ve sonuçlarıdır. İstayen olursa kitabı okuyabilir. Kitaptan birkaç alıntıyı aktarmak istiyorum;



Sayfa 163: “...Başörtüsünün başlangıcı da Sümerlilere dayanıyor. Çoktanrılı olan Sümer dininde özellikle büyük tanrıların ve şehrin tanrısının evleri, daha doğrusu mabetleri var. Bu mabetlere isteyen kadınlar, tanrının gelini olarak giriyor. Bunların çok çeşitli görevi var. Bu görevlerden biri de kutsal bir görev olarak genel kadınlık yapmak (fahişelik).

Bunların diğer rahibelerden ayrılması için başlarını örtmeleri gerek. Daha çok sonra İÖ 1600 yıllarında bir Asur kralının yaptığı kanunda evli ve dul kadınların da başlarını örtmesi şart koşulmuş. Böylece bu kadınlar da yasal seks yapan mabet fahişeleri gibi kabul edilmiş olur. Bu gelenek önce Yahudi kadınlarına geçmiş, daha sonra da İslam kadınlarına uygulanmış.”

Sayfa 150: “...Sümerlilerin mabetlerinde, özellikle Aşk ve Bereket Tanrıçası mabetlerinde bulunan 5000 yıl önce rahibeler halka seks görevi yapıyorlardı. Bu rahibelerin diğer kadınlardan ayrılmaları için başlarını örtmeleri gerekti. Şimdi de bakıyoruz bazı başı örtülü kadınlar, din eğitimi veren dergahlarda seks yapıyorlar. Başı açık kadınlardan giden görülmüyor oralara.
Madem ki dinimizde bir imam nikahı ile seks doğal görülüyormuş, o zaman gizli yerlerde değil, eski mabetlerde olduğu gibi, camilerde birer aşk odası konsun, isteyen gidip orada bir imam nikahı ile seks yapsın. Böylece hem camiye gelir olur, hem de imam para kazanır! Canı seks isteyen kadınlar ve erkekler orada imam nikahı ile kendilerine göre veya şeriata göre yasal seks yaparlar...”



O kadar kişinin tartıştığı türbanın derinine indi, insanlara türbanın nerden geldiğini açıklamaya çalıştı ve bunu tarafsız bir şekilde ifade etti, bir bilim adamı gibi ve bilim felsefesi kurallarından sapmadan ve sonunda da bizim yaptığımız gibi bir çıkarım eklemiştir. Peki ne oldu dava ettiler bu bilim insanını 2006'da. Ama tarafsız bir araştırma olduğu düşüncesiyle mahkeme tarafından beraat edilmiştir.

Tartışıyoruz ama tartıştığımız şeyin ne olduğunu biliyor muyuz?

Ve örtü kelimesinin dini kitaplarda geçtiğini biliyoruz, ama bunun türban ya da sıkmabaş olarak ifade edilmediğini görmekteyiz. Geçmiş dönemde bazı fıkıhçılar kendileri bu kulları koymuşlardır, başlar örtülmeli, saç görünmemeli. Kimisi ise saçın yarısı açık olursa birşey olmaz dedi.. Ama unutulmamalıdır ki bu fıkıhçılar da erkekti ve bir taraf tutma mutlaka olacaktı. Ve kadını kendi düşünceleri doğrultusunda eğitmek için önleri açıktı, çünkü erkek döneme egemendi! Günümüz kadını ise bir modaya ayak uydurarak gerek sosyal baskı (arkadaş, abi-baba, akraba), gerekse özendikleri için türban takmaktadırlar, bazı gerçekleri okumadan bilmeden. Şu an moda olan, kızların başına taktığı şulebaş tipi nerden gelmiştir acaba? Bunları merak eden var mıdır? Kendisi gazeteci, yazar ve şair olan, modern bir aileden gelen ve Şule Yüksel Şenler tarafından tasarlanmıştır. Sarılık olan abisinin ölmeden önceki son isteği, Saidi Nursi tarikatına katılmasıydı. Ojeli tırnaklarla tarikata giden bu gazeteci, bir süre sonra tarikata katılmış ve anadolu insanının başına bağladığı eşarbı (kimisi tülbent de der) beğenmez ve farklı modeller deneyerek bir model yaratır kendisine. Bu modeli beğenenler ise modalaştırır. Fakat garip olan şu ki şu an bilinci kaybetmiş bir halde hastanede yatan şule şenler, başını örttükten kısa bir süre sonra çarşafa girmiş ve uzun süre tarikat adına, Atatürk karşıtı olarak çalışmıştır! Eskiden Saidi Nursi ile Atatürk zamanında diyarbakır ayaklanmasını başlatan şeyh said ile aynı olduğunu düşünüyordum, fakat geçen sene termodinamik kitabı olarak okutulan "Fundamentals of Thermal-Fluid Sciences" kitabının başında dedication (ithaf) kısmında yazan yazının altındaki ismi görünce birazcık şaşırdım: “Saidi Nursi” ve bu ismi araştırdım. O zaman bu iki isim arasındaki farkı anladım, bu ismin büyük bir din taririkatçıcı ve günümüzdeki "Nurculuk" akımını başlatan kişi olduğunu gördüm. İktidarda olan Fethullah Gülen yandaşlarının da nurculuk akımının birer temsilcisi olduğunu geçmiş yıllardan biliyoruz. Said Nursinin Atatürk için söylemiş olduğu sufyan gibi sözlerin geçmişte bizi yönetenlerin (RTE ve Gül gibi) ağzında çıktığını biliyoruz ve buna rağmen gözü kapalı bir milletiz. Görüyoruz kendi emellerine ulaşmak ve ülkeyi bölmek için ellerinden geleni ardına koymuyorlar, dershaneler kuruyorlar ve üniversitelere yerleştiler. Bir profesör dergahta hocası olan doçentine hocam diyor bölümde, zaman gazeteleri bedavaya dağıtılıyor ("zaman" kelimesini bir de tersten okuyun lütfen!!!!) ve ucuza gazeteler varken kişinin bunları tercih etmesinin nedeni Atatürk düşmanı olmasından kaynaklanmıyor, insanların cahilliğinden kaynaklanıyor ve günümüzde hala okumak bize ineklik geliyor arkadaşım. Okuyana inek diyorlar... Bazıları okuyor, ama bu gibi güzel gazeteleri okuyor, iktidarın ve bu gazetelerin söylediği şeylerin özeti çok basittir, millet meclisinde de eleştirildiği gibi, “egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır”!!

Okumadan dolaşıyoruz. Tüm bunları neden anlattım. Farkındalık arkadaşlar, sadece farkındalık ve öngörü.



Bunu okuyan sen büyük ihtimalle bir biyomühendissin veya biyomühendis olacaksın. Ülkenin durumunu biliyorsun. Sanayiciyi biliyorsun, imkanlarını, isteklerini... Bölüme geldiğimden beri çok araştırıyorum. Yurt dışındaki üniversitelerde biyomühendislik denildiğinde genetik, biyoloji anlaşılıyor deniliyor. Biyoproses mühendisliği olmalıymış. Tamam olur da her ülke kendi eksiğini kapatmaya yönelik hesaplamalar yapar. Her ülkedeki biyomühendislik bölümünün müfredatı farklıdır. Ama genel amaç halka inebilmektir. Ki yanlış okumadıysam japonyada bazı üniversitelerde biyomühendislik bölümü su ürünleri fakültesinde yer alıyor, onlar da kendilerine göre bir amaç edinmiş. İlerlediğin müddetçe yolun açılır bu bir gerçek. İlker, Almanya'daki biyomüh bölümlerinin basitten zora doğru gittiğinden bahsetmiş. Sistemler zaten tümevarım şeklinde olur tümdengelim şeklinde değil. Fakat herkesin yöntemi farklıdır. Bize ilk 2 sene temel dersler verildi. Şimdi görüyoruz ki bu dersleri kişi anlamasa bile 3. sınıf derslerini yapabiliyor, ezberliyor. Ama kapsamlı bir düşünme sistemi yok bu çok açık. Mezunlar diyor ki, bu bölümden mezun olan kişi çok rahat işi götürebilir, çoğu kişinin ağzından duydum bunu, ama temeli anlamadan yapılan işi teknisyen de yapar arkadaşlar, mühendisle arasındaki fark mühendisin detaylı fikir yürütebilecek potansiyele sahip olmasıdır. Kimisi ise yaaa ben mühendis olmayacağım ki diyor:/

2. sınıfın sonuna kadar çoğu kişi hala genetik bölümünde olduğunu, ya da mezun olduğunda tıpçı olacağını, tıp alanında ders göreceğini zannediyordu.. Genetik bölümünde okuyan adam da, bitirince genetik mühendisi olacağını sanıyor.. Bir kısım arkadaşımız bitirince edebiyatçı, ingilizce öğretmeni olacağını zannederken, kimisi bölümden mezun olduğunda solcu olma derdindeydi, bir kısmı da evrimleşip kurt olacaktı.. Bir kısım gruba göre eğlenmek gençliğin zorunluluğu, sabahlara kadar içmek, durmadan gezmek.. Kimisi ise başarının sabahlara kadar ders çalışmakla geleceğine inanıyor, toplumdan bir haber, gözleri bağlı.. 3. sınıfın başlamasıyla birlikte çoğu kişi durumun farkına vardı. Biz ne yapıyoruz ya oldular.

Ve hala bu bölümü kullanarak ne yapılabileceği hakkında bilgisi olmayanlar var. Kimisi ümitsiz, kimisi ise hayatta tutunmaya çalışıyor. Çoğumuz farkında değiliz, biyomühendislik kavramı kullanılarak nasıl bu dönemde çığır açılacağımızın, ya da kullanmazsak ilerde nasıl dış ellerin elinde sürüneceğimizin.. Amerikan hükümeti 2 sene önce biyomühendisliğe çok büyük bir para ayırdı. Çünkü amerika dahil birçok ülke genetiği amaçladı uzun bir süre ve bunun için büyük oranda açık inovasyon kullandılar. Yani bulduklarını dünya ile paylaştılar. Bu genetiğin çok hızlı bir şekilde gelişmesine neden oldu. Tıpkı microsoft gibi.. Eğer kapalı inovasyon kullanılsaydı (yani ar-ge) o zaman genetik bu kadar hızlı ilerler miydi? Tabi ki hayır. Rockville Maryland'te yürütülen dünyaya açık insan genom projesi bu kadar çabuk gelişebilecek miydi, arge ile insan genom projesinin yaklaşık 40-50 sene sonra bugünkü sonuçlara varacağını biliyor muydunuz? Şu an evlerimizde kullandığımız bilgisayar teknolojisi bu kadar gelişecek miydi? Ya da 91 yılında geliştirilen linüx gibi bir işletim sistemi 5-6 senede windowsa yetişebilecek miydi? 1950 Almanya'sının teknoloji akımı olan kapalı inovasyon (ar-ge) yöntemi değişeli çok oldu, birçok firma 20 sene açık inovasyonu deneyerek ispatladı çoğu şeyi (otomotiv sektörü hariç). Bir dönem gerileyen ve kendi içine kapanan P&G (Ariel, Crest diş macunu ve Ivory soap'ın üretici firması), Ar-ge'yi kaldırıp açık inovasyona geçtiği andan ihtibaren 2001-2006 arasında yıllık karını 3 kat arttırmıştır. (www.economist.com/specialreports/displaystory.cfm?story_id=9928227)

Aynı şekilde IBM, bazı alışkanlıklarından kesin dönüş yapıp linüx kullanmaya başlamıştır. Ama bizim sanayicimiz bırakın açık inovasyonu, ar-ge'lerini daha yeni yeni geliştiriyorlar. Ha bi de Ar-ge'miz var diye övünen firmalar da çok.

Uzun süre genetikçiler çabaladılar, o kadar para boş yere harcanmadı ve büyük sonuçlar aldılar. Şimdi ise bu sonuçları artık hayata geçirecekler. Peki kim yapacak, genetiği kullananlar kimler, tabiki biyomühendisler. Bunun dışında kullanabileceğimiz başka bilim dalları da var elbette, ama durumun farkında olunmaması beni üzdüğü için buna değindim.

Amerika 5-6 sene sonra kendi rezervlerinde biteceğini düşündüğü petrolün peşine düştü. Ama elinde başka enerji kaynağı yok muydu? Tabi ki vardı. Endüstride bile üretilen bir ürünün bitmesini isteriz, sonra diğer ürünlere geçeriz, yoksa kar edemeyiz. Onlar da bunu yapıyorlar petrolü bitirmek öncelikli amacı. Peki sonra? Bu insanlar endüstriyel suşlarla çok da güzel bakteriler geliştiriyorlar öyle mi evet öyle. Peki bu suşlardan ürettikleri ürünler neler? Derslerde gördüğümüz gibi çok şey ama en önemlisi ne Hidrojen. Birazcık tehlikeli olan bu kimyasalı kontrollü bir şekilde depolamak ve yakıt pilleriyle elektrik enerjisine çevirip kullanmanın geçmişi çok uzak değil. En büyük sorunu aştılar, hidrojeni en iyi depolayan maddenin boroksit olduğunu keşvettiler ve geliyorlar, yoldalar. Uzun seneler beyin göçünün yaşandığı ülke artık bize geliyor. Çünkü dünyadaki bor rezervinin % 78i türkiyede maillerinizde de dolaşıyordur ama asıl nedenini bilmiyor çoğu kişi. İlerdeki bu enerji kaynağına ihtiyacı var birilerinin, ve bu enerji için işi kolaylaşsın diye o ülkenin zayıflatılması gerek, cahilleştirme çalışmalarını arttırması gerek. Nasıl zayıflatırsın, yüzyıllardır birlikte yaşayan insanları birbirine düşürerek, o ülkeyi kurucusundan ve amacından uzaklaştırarak, birçok insanın ihtiyacı olan, ama bilim için sadece doğma olan dinin içerisine sokarak. Bakınız Harun Yahya lakaplı Adnan Hoca evrim teorisini kendisi çökertti. Adam amerikada yaşıyor ve tek uğraşı avrupayla türkiye. Avrupada adamı üniversiteye sokmuyorlar, bizim ülkemizde ise istanbul büyükşehir belediyesinin katkılarıyla H. Yahyanın evrim teorisinin çöküşünü destekleyen fosiller sergileniyor. Ben bile inanacağım nerdeyse:)

Neden artık Atatürk'ü 10 kasımda anıyoruz sadece? Arkasından ağlıyoruz başka yaptığımız hiçbirşey yok!!



Bunu yerine çalışsak, hani okusak, farkına varsak bazı şeylerin? Çok acıdır ki bizim bölümde bile bu seneye kadar kütüphaneye giden arkadaşlar alay konusu oluyordu. Şimdi ise bir kütüphaneye gitme derdi olmuş. Onlar da zamanla kütüphaneyi netten keşfetmeyi öğrenecekler herşey aşama aşama. Notlar tabi ki önemli, ama asıl önemli olan öğrenmek ve bunun için uğraşmaktır, birşeyler yapmaya çalışmak bir amaç edinmektir.

Uzun süredir hastayım, hala iyileşemedim, iyileşirsem umarım haftaya giremediğim final sınavlarına gireceğim. Hasta olduğum için tartışmalara katılamamıştım, ama ben de patladım ve bölüm arkadaşlarımın Erdinç hocanın maillerine bu kadar duyarsız olmasına dayanamadım artık. Yani burası sadece ders paylaşım yeri değil:/ Kaldı ki bazı arkadaşların hala söyleneni anlamamış gibi tartışmanın ortasında , bölüme sorması gereken bir soruyu gruba sorması da garip geldi..

Evet insanlar büyüyecek biz büyüyeceğiz. İlerde bu ülke ekonomisi için çok büyük sorumluluklar alacağız ve bunu hep beraber yapacağız bir dayanışma içinde. Sanayiden, bu işin eğitimine kadar (öğretim demiyorum dikkat edin!) çoğu konuyla bizler ilgileneceğiz. Bir kimya, makina hatta maden mühendisinin bile gün gelecek biyoloji bilgisine büyük oranda ihtiyacı olacak ve bunun için bizler çoğu yerde danışman olarak da görev yapabileceğiz, danışılacak kişiler olacağız. Bu bölümü gözümde çok abartmıyorum ben, fakat öngörüm bunu gösteriyor ve büyük sorumluluk altındayız. Derslerde gördüğümüz aşının gerçeklerini bir iki cümle ile ifade etmek de bu kadar zor olmamalıydı. İlerde bir kısmımız bunun üretimini yapacak, çünkü bu yeni aşı teknolojileriyle büyük bir piyasa yaratacak türkiyede ve birçoğumuz bundan para kazanacağız. Şimdiden başlasaydık, halka bunun ifade edilme yollarını bir düşünseydik iyi olurdu. Birkaç sene sonra bunun sorumluluğu altında olacağız..

Ve mezunlarımız bize mailler atıyor, ilgilenmeye çalışıyor. Bir çoğunu isim olarak tanıyorum. Birkaçını biyomühendislik günlerinde gördüm. Kimya mühendisliğinden de çift anadal yapıyorum, fakat bana asıl yol gösterecek olanlar oranın mezunları değil, bizim mezunlarımız. Bu mezunları neden bir arada göremiyoruz. Konuşmak için biyomühendislik günlerini beklemesinler, bizim için konferanslar düzenlesinler, amaçlarını ve ilerlemelerini maillerden görmeyelim yüzümüze anlatsınlar derim ben. Tayfun “etkili iletişimden” bahsetmiş. Burda İçerik (%7), ses (%38) ve beden dili (%55) olarak gösterilmiş. Mezun arkadaşlarım, mailler burda sadece bize anlatılan şeylerin % 7 sini ifade ediyor galiba hı ne dersiniz? Karşındaki kişi benim ve senden bu kadar etkileniyorum bu ortamda. Bu nedenle konferans mantıklı olurdu diye düşünüyorum, gözüme bak, sesini duyayım ve beni etkile. Ama en önemlisi mezunların birlik olmaları, onları bir görmeyi isterdim!!! (istisnalar ve yurt dışında olup gelemeyecek olanlar olabilir onlara lafım yok, onlar plan yapabilirler bu konu hakkında..)

Başkabak RTE, diyor ki batının kötü yanlarını aldık. Peki neden Osmanlı'nın iyi yönlerini alamadık? Osmanlının da kötü yönlerini aldığımız kesin. 600 sene ayakta kalmayı başaran bir imparatorluğun başarısının da bazı sebepleri vardır değil mi? En önemli sebeplerinden birisi "ahilik sistemi" miydi yoksa? Usta çırak ilişkisine dayanan bu sistemi şu an avrupa ve başarılı tüm ülkeler kullanmakta, Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Odası da bu sisteme her yıl dikkat çekmektedir. Usta çırak ilişkisine dayanan bu sistemde başarılı eleman yetiştirme söz konusudur. Sanayi deneyiminin, stajların da bir amacı aslında budur. Ama ahilik sistemine göre, birşey vermeden birşey alamazsın. Ne istiyoruz, mezun olur olmaz 2.000 ytl ve üstüyle işe başlamak mı? Neden versinler ki? Torpilin varsa verirler, babam da verir. Mezun olduğunda, pratikte bir teknisyenin altında olduğunu unutma. Önce birkaç ay bir çalış bakalım, gerekirse parasız. Tamam türkiye şartları buna ket vuruyor belki.. Belki pratik yapacak çok yerimiz yok, sadece bir kaç fabrika (o da bizi kabul eden).. Zamanla olacak herşey, hem sanayiciler bilinçlenecek (ki bunun için bize ihtiyaçları var), hem de biz bilinçlenip birşeyleri düzeltecek ve bizden sonra gelenlere imkan tanıyacağız. Fakat burda önemli olan, sürekli vurgulanan "sanayi deneyimi". Bu bence çok önemli (amacına ulaşırsa)!!

Herkesi duyarlı olmaya davet ediyorum.

Birileri çıkıp diyecektir, "sana ne arkadaşım bölümün derdinden milletin okumamasından, sana ne ülkenin derdinden sen işine baksana" :) Kişisel başarı bir yere kadar önemlidir. Ben zaten çalışan bir insanım. Ama asıl önemli olan grup başarısı ve dayanışmadır. İnovasyon biçiminin kapalıdan açık hale geçmesi 1950'lere denk geldi, ilk fikirler o zaman atıldı, çünkü dünyada bir "Oyun Teorisi" ve onun sonuçlarından biri olan "Nesh Dengesi" ve bunun da sonuçları dalgalanıyordu. Çıkar sağlamak ve başarılı olmak için "bireysel başarıdan çok grup başarısı önemlidir" (en basit haliyle). Yani kısaca bir oyuncu diğerinin de oyunundan sorumludur, başarı adına. Ama, “oyun teorisini mi baz alıyorsun arkadaşım sen” de demesinler, ben sadece 1950 yılından önce bunu düşünen, bulan ve uygulayan, belki de ifade edemeyen Mustafa Kemal'i örnek alıyorum.

Senin başarın benim başarımdır, bizim başarımız ülkenin başarısıdır.

Dikkatli ve akıllı olunuz, gömlek değiştirilir, fakat deri değiştirilemez (bu da görsel medyada günün lafıydı).

Bol ve mantıklı çalışmalar, hepinize kolay gelsin..



Deniz Ünver



Ege Üniversitesi

Mühendislik Fakültesi

Biyomühendislik Bölümü

3. Sınıf Öğrencisi

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Nice post. I was checking continuously this weblog and I am inspired!
Extremely helpful info specially the last phase :) I take care
of such information a lot. I was looking for this
certain information for a long time. Thanks and good luck.


Feel free to surf to my web-site buy beats online